Ya Rab! Sen Aklıma Mukayyet Ol
İnsanlık ihtiyarladı. Ve her ihtiyar gibi sayısız tecrübe sahibi oldu. Bunların içerisinde, yüzyıllar ve nesiller boyu zevkle anlatılan örnekleri olduğu kadar hiç hatırlanmak istenmeyenleri de var.
Görünen o ki, pozitivizmin salt hükümranlığı ele almasıyla insanın yalnız görünen kısmının insan sanıldığı ve makineleştiği, vicdanın sinelere hapsolduğu, ahlakın yalnız felsefesinin yapıldığı, insan insanın kurdudur anlayışının hakim olduğu, dinin afyon sayıldığı ve bütün bunların neticesinde cihan çapında savaşların ve toplu katliamların yaşandığı, insan elinin değdiği her yeri acıttığı batı medeniyeti kadar vahşi ve acı bir tecrübe yaşanmadı.
Bu süreç içerisinde, ferdin hürriyeti adına toplumun özgürlüğünü sınırlandıran kapitalizm; toplumun menfaati için ferdin hürriyet ve şahsiyetini yok sayan kominizm insan onuruna onulmaz yaralar açtı. Ruhlar çizildi. Hedefe giden yolda her usul meşru görüldü. Değerlerler anlamını yitirdi…
İcad edilen makine ve teknolojik refah, uzay yolculuğu, binlerce kilometrenin evden seyredimesi, uzakların üç beş tuş kadar yakınlaşması, insanı bir türlü mutlu etmediği gibi istek ve ihtiyaçlarını daha da artırdı. Nihayet tükenmeyen istekler ve elde edilemeyen sanal ihtiyaçlar insanın ihtirasını körükledi. Aklını başından aldı. Amacına ulaşmak için çok çalıştı. Sonunda, elde ettiklerinin kendine huzur vermek bir yana huzursuzluğunu artırdığını gördü. Kılavuzu olan aklına sordu. Artık, aklı kontrolden çıkmıştı. Avazının çıktığı kadar bağırmaya başladı: Ya Rab! Sen aklıma mukayyet ol.
Alman psikolog Erich Fromm, “Geçmişin tehlikelerinden biri esir olmaktı, geleceğin tehlikelerinden biri de robot olmaktır” diyerek insanlığın bugününün ve yarının fotoğrafını anlatır bize.
Nihayet gelinen noktada kalbin kontrolünden çıkan aklın, inanma ve saadet sunubilme kabiliyetinden çok teslimiyete mecbur olduğu, inanç ve saadetin kapısına götüren kutlu bir vasıta olduğu anlaşılmaya başlandı. Lakin çok zaman kaybedildi. Görüldü ki, dünyanın dört bir yanında milyonlarca insanın yaşadığı psikololojik hastalıklar ve krizler, yaşadığımız yüzyılın en büyük ve yaygın hastalığı haline gelmiş. Şimdi artık bu buhrandan kurtuluş için ferdlerin feveranına toplumsal ve örğütlü sesler katılmakta.
Zira, ihmal ve inkar edilen değerlerden mahrum yetiş(tiril)en nesillerin manzarası ürkütücü boyutlara ulaştı. Anne babasını öldüren, okulu silahla tarayıp dehşet saçan, huzur ve saadeti esrar ve eroinde arayan, hayvani şehvetin kölesi haline gelen, ölüm sonrasını kabul etmediği için adaleti aldatan, manevi değerlerden bihaber ve hatta alay eden özellikle gençlerin sayısı günden güne çoğalmaktadır. Avrupa’da evlenen her yüz aileden kırkı boşanmakta. Amerika’da en çok çalışan kişilerin başında, psikologlar ve aile danışmanları gelmektetir. Toplumsal çözülüşler ve ruhsal çöküntüler yüzyılındayız.
Derdim Bana Derman İmiş
İnsanlığın yaşadığı bunalımları ve manevi kirizlerin temelinde kendinden uzaklaşması ve inanç eksikliği bulunmaktadır. Manevi buhranlar, değerlerini değersiz gören ve yabancılaşan insanlığın hastalığıdır. Kim olduğunu ve nereye ve neye ait olduğunu bilmeyen kendini tanımayan insan daimi bir kimlik bunalımı yaşar. Bu durum, günümüzde fert boyutundan çıkıp artık bir toplumsal kimlik bunalımına dönüşmeye başlamıştır. Modern eğitim sisteminin özgüven kazandırma gayretiyle egoyu (nefsi) şişiren ve kişinin kendini olduğundan fazla, güçlü ve büyük görmesine neden olan yaklaşımı, bir acziyet karşısında bütünüyle yıkıma ve tamiri mümkün olmayan ruhi bunalımların kucağına atabilmektedir. Halbuki acziyetini bilmek kemalin ifadesidir. Alnı secdeye değmeyen insan, haddinini nereden bilsin?
Bazen dermana açılan kapı, dertten geçer.
İstikbal ve İslam
Almanya’nın en önemli psikiyatrislerinden biri, binlerce hastasını tedavi etmeye çalışırken kendisinin uçurumun kenarında olduğunu farkettiğinde buhrandan kurtuluş için bütün bildiklerini dener ancak çare olmaz ve intihara kalkışır. Son çare olarak kendisine tavsiye edilen bir “ahlak adımı”nın yanına gelir İstanbul’a. Orada kırk günlük “halvet” denilen bir programa tabi tutulur ve dertlerinden kurtulur. Yaşadıklarını “Halvette Kırık Gün” adıyla kitaplaştıran Alman akademisyen müslüman olur ve Mihriban Özelsel ismini alır.
Bir başka batılı, çırpınışları esnasında, yaşlandıklarında anne babanıza öf bile demeyin[1] ayetini okuduğunda aradığının ve ruhundaki eksik noktanın ne olduğunun farkına varır ve müslüman olur.
İnsanın özne olmaktan çıkıp, nesne konumuna indirgendiği dünyada, bilim ve teknolojinin ancak insanlığı toplumsal ve ferdi deprasyon ve buhrandan kurtarmaya vasıta bir burhan olduğunu anlayanların sayısı hızla artmaktadır. Bu bir fıtrata dönüş arayışıdır.
Bu arayış yolcularının vardıkları nokta ise “kendini bilmeyen” insan elinin değdiği yer huzuru yitirmektetir. Fıtrata muhalif her olay ve ortam insan için buhran vesilesidir. Saadet ve huzura ermek için huzur-i Hak’ta olduğunun bilincine varmak gerek. İnanmak gerekir. Çünkü iman, itaat ve irtibattır. Sonlu ve aciz varlığın sonsuz ve sorunsuz olanla irtibatıdır.
Saadet Nerededir?
Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in “Çeketimizin astarında kaybettiğimiz” dediği insanlığın aradığı manevi saadetin reçetesi islamdır. İslam’ın irfan ve hikmetindedir. İnançsızları imanla buluşturmak, inancı olanların ise imanlarını hissetmeleri ve yaşamaları yani “ihsan”a ulaşmaları gerekir. Bu anlamda, “Model Şahsiyet” yokluğu veya yanlışlığı hayatın anlam ve istikametini belirleme konusunda insanı, daimi bir arayışın girdabına sürüklemekte ve bunun neticesinde “aceleci” insan, aradığı huzur ve haikatı bulamamanın ve bilememenin acziyeti içerisinde ruh burkuntuları çekerek gün be gün buhran denizinde gayesiz ve umutsuz kulaç atmaktadır. Bu doğrultuda,
İslam’ın irfan ve hikmetinin insanlığa tanıtılması ve anlatılması
İlm-i ahlakı öğretecek kitapların okunması.
Okullarda din derslerinin verilmesi.
Ahlak adamı olan alimlerin hayatlarının okunması ve yaşayanların hayatlarından azami derecede istifade edilmesi büyük önem arzetmektedir.
ŞƏRHLƏR