Zaman Israfı

Zaman Israfı

İnsanoğlunun gerek meccânen, gerekse çalışıp kazanarak nâil olduğu bütün nîmetler, Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfudur. Zîrâ nîmetleri yoktan var eden de, onları elde etmek için kulun muhtaç olduğu istîdat ve kuvveti ihsân eden de, Hak Teâlâ’dır. Bu bakımdan insanoğlu, sâhip olduğu nîmetlerin, aslında sırf Allâh’ın bir lutfu olduğunu hatırından çıkarmamalıdır. Bunların, günün birinde hesâbı verilecek emânetler hükmünde olduğunun idrâki içinde yaşamalıdır. Zîrâ âyet-i kerîmede:

“Bizim sizi boşuna yarattığımızı ve tekrar huzurumuza döndürülüp hesap vermeyeceğinizi mi sandınız?” (el-Mü’minûn, 115) buyrulmaktadır.

Dolayısıyla, sâhip olduğumuz maddî ve mânevî nîmetleri kullanırken, tamâmen serbest bırakılmadığımızı ve bunları rızâ-yı ilâhîye muvâfık bir şekilde kullanmak mecbûriyetinde olduğumuzu düşünmemiz îcâb eder.

Rabbimiz diğer bir âyet-i kerîmede de:

“Nihâyet o gün (dünyâda faydalandığınız) nîmetlerden elbette ve elbette hesâba çekileceksiniz.” (et-Tekâsür, 8) buyurarak büyük hesâbı hatırlatmakta ve mes’ûliyetimizi vurgulamaktadır.

Yâni Cenâb-ı Hak, lutfettiği nîmetleri elde etme yollarında olduğu gibi onları kullanmada da uyulması gereken birtakım ölçüler tâyin ve tesbit etmiştir. Bunları da, “helâller ve haramlar” olmak üzere beyan buyurmuştur. İşte israf da, Allâh’ın rahmet ve muhabbetini kaybetmeye, üstelik ilâhî gazabı celbetmeye sebebiyet veren haramlardan biridir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“…İsrâf etmeyin; çünkü Allâh isrâf edenleri sevmez.” (el-En’âm, 141)

Zamanda İsraf:

İnsanoğlunun gaflet ve nisyânı sebebiyle en çok içine düştüğü hatalardan biri de zaman isrâfıdır.

Hayat, Cenâb-ı Hakk’ın her canlıya bir defâ kullanmak üzere bahşettiği ve muayyen bir zamanla tahdîd buyurduğu son derece kıymetli bir nîmettir. Zamanı, onun değerine en lâyık amellere sarf etmek şarttır. Çünkü hayatta her an yapılabilecek birden fazla iş vardır. Fakat bunların o an için en ehemmiyetli olanlarını öne almak ve diğerlerini de ehemmiyet derecelerine göre sıraya koymak, zamanı gereği gibi kullanabilmek için dikkat edilmesi gereken mühim bir düsturdur.

 

Meselâ bir annenin çocuğuna süt emzirmesi, merhamet ve şefkatinin îcâbı güzel bir davranıştır. Ancak evde yangın çıktığında çocuğuna süt vermeye devâm etmesi büyük bir hamâkat ve vebâldir. O esnâda bir kova su ile de olsa yangını söndürmeye gayret etmelidir. Zîrâ bu vazîfe, diğerine göre daha hayâtî bir ehemmiyet arz etmektedir. Şâyet bu hususta tembel davranırsa bir müddet sonra kendisi ve evlâdı da o yangının içinde helâk olacaktır.

Aynen bunun gibi, günümüzde de zamanın nezâketi sebebiyle, diğer işlerden daha çok, Allâh’ın dînine revaç verebilmek, zaman husûsundaki mes’ûliyetimizin îcaplarındandır.

Vakti en güzel şekilde değerlendiren ashâb-ı kirâm için hayâtın en zevkli ve mânâlı anları, insanlara tevhîd mesajını ilettikleri zamanlar idi. İdâm edilmek üzere olan bir sahâbî kendisine üç dakîka zaman tanıyan bedbahta teşekkür etmiş ve:

“–Demek ki sana hakkı tebliğ edebilmek için üç dakîkalık vaktim var. Umulur ki hidâyet bulursun.” demiştir.

Günümüzde de bir kısım insanlar îmansızlık ve ahlâksızlık erozyonunda kaybolup giderken, onlara tatlı bir lisan ile yaklaşarak İslâm’ın güzelliklerini, zarâfet ve nezâketini aksettirmek, her mü’min için büyük bir îman ve vicdan borcudur.

Son derece kıymetli bir sermâye olan zamanı, boş ve abes şeylerle isrâf etmek, âhiret hayâtını tehlikeye atmaktır. Bu yüzden, gaflet perdelerini aralayabilenler için zaman, hiçbir şeyle kıyaslanamayacak derecede kıymetli bir nîmettir. Cenâb-ı Hak Asr Sûresi’nde:

“Asra (zamana) yemin ederim ki insan gerçekten ziyan içindedir. Bundan ancak îmân edip sâlih ameller işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler müstesnâdır.” (el-Asr, 1-3) buyurmaktadır. 

Zamana yemin ile başlayan bu sûrede; îman, amel-i sâlih, hakkı ve sabrı tavsiye ile ihyâ edilmeyen zamanların israf edildiği ve bir hüsran vesîlesi olduğu bildirilmektedir. Zamanı hakkıyla değerlendirebilenlerden istisnâ kaydıyla bahsedilmesi de, insanların bu hususta ekseriyetle aldandıklarına işâret eden acı bir hakîkattir.

Cenâb-ı Hak, kullarının zamanı kullanma husûsunda hüsrandan kurtularak ilâhî ikramlara nâil olabilmeleri için şu tavsiyede bulunmaktadır:

“Bir işi bitirince, hemen başka işe giriş, onunla uğraş! Hep Rabbine yönel, (O’na yaklaş!)”

(el-İnşirâh, 7-8)

Yâni ibâdet ve hayırlı işlerin biri bittiğinde hemen diğerine koşmak, herhangi bir zamanın ibâdetsiz ve hayırdan uzak geçmesine fırsat vermemek îcâb eder. Çünkü hayat, bize uhrevî saâdeti kazanmak için verilmiş bir nîmettir. Ölüm ise bir borç senedinin îfâ zamanını gösteren ödeme târihi gibidir. Bir tüccar, borcunu ödemek için hazırlık yapmak üzere alacaklıya bir senet verir. Bundaki vâde, o zaman zarfında ödenecek miktarı hazırlamak içindir. Dünyâ hayatı da bize âhireti kazanmak ve ilâhî rızâya nâil olmak için verilen bir mühletten ibârettir. Nasıl bir tüccar, ödeyeceği senedin vâdesini ciddiye almaz, kendisine tanınmış olan müddet zarfında hazırlıkta bulunmaz ve neticede ödeme günü büyük bir sıkıntıya düşerse, insanoğlu da Allâh’ın kendisine verdiği ömür mühletini iyi kullanmadığı takdirde hüsrâna uğramaktan kurtulamaz. Çünkü her insan, doğduğu andan itibâren, tahakkuk müddeti meçhul bir ölüm hükmü ile mahkûmdur. Bu hükmün gerçekleşme zamanı ise Azrâil -aleyhisselâm- ile karşılaşacağı andır. Üstelik senette ödeme târihi belli olduğu hâlde, insan ömrünün mutlak olan nihâyeti meçhul kılınmıştır. Bu da hesap vermeye her an hazır olmayı gerektiren, dehşetli bir gerçektir.

Tasavvufî terbiyenin en mühim esaslarından biri olan “Vukûf-i Zamânî” de zaman nîmetini çok hassas bir şekilde kullanmanın zarûrî olduğunu ifâde etmektedir. Buna göre nefsini tezkiye, kalbini de tasfiye etmek isteyen bir mü’min, ecelin meçhûliyeti dolayısıyla her an kendini muhâsebe mecbûriyetinde bulunduğunun idrâki içinde olup vaktini sâlih amellerle değerlendirmelidir. Lüzum­suz işleri terk ederek mânâsız konuşmalardan uzak durmalı, yâni Hazret-i Mevlânâ’nın ifâdesi ile lisânını “sözün maskarası” olmaktan muhâfaza etmelidir. Zîrâ Cenâb-ı Hak Kur’ânî ifâde ile “kurtuluşa eren” mü’minlerin bir vasfını da şöyle beyân buyurmaktadır:

“Onlar boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3)

“…Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (el- Furkân, 72)

Sâlih bir mü’min, her an kendi iç âleminden haberdâr olup, istiğfar, hamd, şükür ve rızâ hâlinin hangi seviyede olduğunu tefekkür etmelidir. Her bir uzvunda mevcut olan sayısız nîmetleri ve onların şükrünü muhâsebe ederek gafletle tükettiği zamanlar için tevbekâr olmalıdır. Gafletten sakınarak lüzumsuz istikbâl endişelerinden kurtulmalı ve içinde bulunduğu hâlin ihyâsıyla meşgûl olmalıdır. Diğer bir ifâdeyle “İbnü’l-Vakt” yâni ömrünün ve husûsiyle fiilen içinde yaşadığı vaktin kıymetini bilen ve onunla en güzel şekilde âhiretine hazırlık yapan kâmil bir mü’min olmalıdır. Zîrâ zamanın boşa harcanması, en büyük nedâmet sebeplerindendir. Nitekim Allâh Rasûlü

-sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Cennet halkı, başka bir şeye değil, sadece, dünyâda Allâh’ı zikretmeksizin geçirdikleri anlara, hasret ve nedâmet duyacaklardır!” (Heysemî, X, 73-74) buyurarak vakitlerin, ebedî hayat sermâyesi olacak hayırlı amellerle değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatmıştır. Çünkü nîmetler elden gittiğinde, pişmanlık fayda vermez. O hâlde, fırsat eldeyken hayâtımızı sâlih amellerle değerlendirmek zorundayız. Her uzvun şükrünü hakkıyla edâ etmeye çalışmalıyız. Meselâ lisan nîmetini, kalblerimize şifâ olan zikrullâh ile ihyâ etme gayreti içinde olmalıyız.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtereme Hafsa vâlidemize şu tavsiyede bulunmuştur:

“Yâ Hafsa! Çok konuşmaktan sakın. Allâh’ın zikri dışındaki çok konuşmalar kalbi öldürür. Fakat Allâh’ı çokça zikret! Çünkü bu kalbi diriltir.” (Ali el-Müttakî, I, 439/1896)

Cenâb-ı Hak iki husûsa çok dikkat etmemiz için bizi şöyle îkaz buyuruyor:

“Herhangi birinize ölüm gelip de: «–Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de SADAKA VERSEM ve SÂLİHLERDEN OLSAM!» demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.”

(el-Münâfikûn, 10)

Ömrünü ziyân edenlerin feryatlarını ve mâzeretlerinin geri çevrilişini canlandıran şu âyet-i kerîme de, ne kadar ibretlidir:

“Onlar orada imdâd istemek için: «–Ey Yüce Rabbimiz! Ne olur, bizi buradan çıkarıp dünyâya geri gönder de, daha önce yaptıklarımızdan başka, sâlih ameller yapalım!» diye feryâd ederler. Allâh Teâlâ onlara şöyle buyurur: «–Biz size, düşünüp ibret alacak ve hakîkati görecek kimsenin düşünebileceği kadar bir ömür vermedik mi? Hem size peygamber de gelip îkâz etti. Öyleyse tadın azâbı! Zâlimlerin hiçbir yardımcısı yoktur!”

(Fâtır, 37)

Hayattaki bütün nîmetlerde olduğu gibi zaman isrâfının ana sebebi de, ölümü lâyıkıyla idrâk edememek veya bu müthiş hakîkati kendimizden uzak görmek gafletidir. Hâlbuki hadîs-i şerîfte:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayı­nız!” buyrulur. (Tirmizî, Kıyâmet, 26) Bu îkâz-ı nebevîye rağmen devâm eden lâkaydîliklerin, günün birinde acı bir azap faslı olacağı muhakkaktır.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün:

“Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

“–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlallâh?” diye sordular.

Efendimiz:

“–Muhsin bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna; kötülük eden bir kişi ise o kötülükten vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır.” buyurdular. (Tirmizî, Zühd, 59)

İnsan, kendi üzerinde ve kâinât manzûmesinde sergilenen ilâhî kudret akışlarına gönül gözüyle nazar ettiğinde, kendini, dünyâ hayâtını nasıl yaşaması gerektiği husûsunda düşünmeye mecbûr hisseder. İnsanı hayatta en çok alâkadar etmesi gereken en büyük gerçek de, “ölüm” hâdisesidir. O muhteşem vedâ ânı, insan için ne büyük bir ibret tablosudur. Ölümü bilen, fânî lezzetlere; âhiret yolcusu olduğunu bilen de dünyâ misâfirhânesindeki oyuncaklara aldanmaz, onlarla oyalanıp vakit kaybetmez. Âyet-i kerîmede:

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları hak bir sebeple ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.” (ed-Duhân, 38-39) buyrulmuştur.

Bütün fânî nîmetler bir kişide toplansa ve o, huzur ve saâdet içinde bin yıl yaşasa ne fayda!.. Sonunda gireceği yer, şu bastığımız kara toprağın altı değil midir?! İnsan ibret almaz mı ki, her fânî varlığın tâzelik ve zindeliği zaman değirmeninde dâimî bir sûrette öğütülmektedir. Âhiretten habersiz yaşanan bir dünyâda nefsânî hayâtı besleyen iltifatları kalıcı, dünyâ oyuncaklarını da sâhici zannetmek, ebedî istikbâl adına ne korkunç bir aldanıştır!.. İmâm Şâfî Hazretleri’nin ifâdesiyle:

“Kervanların, yolculuk esnâsında ev inşâ etmeleri akıl kârı mıdır?”

Böyle gâfilâne yaşanan bir hayat; çocuklukta oyun, gençlikte şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden gidenlere hasret, bin bir türlü çırpınış ve nedâmetten ibârettir. Hâlbuki ölüm, insanı her an pusuda beklemektedir. Âhiret düşüncesinden mahrum bir vaziyette dünya ferahlığı elde etmek için dünyâ süslerine bürünerek son gününe kadar fânî lezzetlerle yorulanların hâli, ne hazin bir ömür isrâfı ve ne acı bir tükeniştir!.. Hiç ölmeyecekmiş gibi zamanlarını helâk edenler, bir gün o ziyân ettikleri zamanlar için ne büyük bir nedâmet ve hasret duyacaklardır!..

Kendilerini nefsânî arzulara teslîm edenler, nefis planında ömürlerini devâm ettirmek için kabir ve onun ötesini düşünmekten sürekli kaçarlar. Bu bakımdan sînesine girecekleri ölüm, onlar için bir istikbâl endişesine dönüşür ve dehşetli bir kâbus kesilir. Çünkü her insan hayâl ettiği ve gönül verdiği dünyâda yaşamak ister. Bu dünyâyı îmâr ederek âhiretini harâbe hâline getiren bir kimse, hiç kâşâneyi bırakıp da harâbeye gitmek isteyebilir mi? Bunun aksine, âhiretini mâmûr eden bir mü’min de, ölümü kâbus gibi görüp, dehşet ve ıztırap içinde kıvranır mı?

Hazret-i Mevlânâ, dünyâ esâretinden kurtulup ebedî saâdete kavuşmanın yolunu şöyle gösterir:

“Mala mülke fazla sarılma ki, vakti gelince kolayca bırakabilesin! Hem kolayca verip gidesin, hem de sevap kazanasın! Sen, seni sımsıkı tutana sarıl ki, Evvel de O’dur, Âhir de O’dur.”

"İnsanların çoğu bedenlerinin ölümünden korkarlar. Asıl korkulması gereken husus kalblerin ölümüdür.”

Her canlı için takdir edilmiş olan bir son nefes vardır ki, bunun bertarâf edilmesi ve dünyâ hayâtının belli bir müddet daha devâmı sağlanamaz. Zaman, -âdetullâh îcâbı- memur olduğu minvâl üzere akıp gitmeye devâm eder. Dünyâ hayâtında her şeyi satın almak veya geri almak az-çok mümkündür, lâkin geçen zamanı asla... Küçük bir altın parçasının çöpe atılmasına kimse kayıtsız kalamazken -ne tuhaftır ki-, milyonlarca altın vererek satın alınamayacak zamanın boş işlerle heder olmasına ekseriyetle lâkayd kalınmaktadır.

Feridüddîn Attar -kuddise sirruh-, öğütlerinde şöyle buyurur:

“Elden gittikten sonra dört şey geri döndürülemez: Ansızın ağızdan çıkan bir söz, yaydan fırlayan bir ok, olmuş bir kazâ ve boşuna harcanan bir ömür.”

Bir Hak dostu, zamânın kıymetini iyi idrâk ederek gaflete düşmememiz ve günlerimizi lâyıkıyla değerlendirebilmemiz husûsunda şu tavsiyelerde bulunur:

“Zaman zaman hastahânelere giderek hastaları ziyâret et! O muzdaripler gibi hastalıklara müptelâ olmadığını ve üzerindeki sıhhat nîmetini düşünerek hâline şükret! Zaman zaman hapishânelere giderek oradaki mahkumların bin bir ıztırapla dolu zindan hayatlarını tefekkür et! Cinâyetlerin bir anlık gaflet veya cinnet netîcesinde işlendiğini, diğer taraftan mazlûm olarak hapse düşüp o cefâya katlananların da bulunduğunu, onların yerinde kendinin de olabileceğini düşün! Allâh Teâlâ seni bu hâle düşmekten muhâfaza ettiği için O’na şükret! Oradakilerin selâmeti için de duâ et! Sonra kabristanlara git, oradaki mezar taşlarından hâl lisânı ile yükselen sessiz feryatları, âh u figânları dinle, ömür nîmetini kaybettikten sonra pişmân olmanın bir fayda vermeyeceğini düşünerek vakitlerinin kıymetini bil! Mezarda yatanlar için bir Fâtiha oku ve bundan sonraki günlerini hamd, şükür ve zikir ile değerlendirmeye gayret et!”

Demek ki bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ı hiçbir zaman ve mekânda unutmadan sâlihâne bir hayat yaşamaya gayret etmelidir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın! İşte onlar fâsık olanlardır.” (el-Haşr, 19)

Ebû Abdurrahmân es-Sülemî, zamanı ziyân etmenin ve dünyâdan başka kaygıları olmayan kimselerle fazla düşüp kalmanın, nefsin en büyük ayıplarından olduğunu bildirdikten sonra, bunun tedâvîsini şöyle îzâh eder:

 

“Zamanı, hayattaki en değerli şey bilmek ve çok değerli olan zamanı yine kendisi gibi değerli faâliyetlerle, yâni Allâh’ı zikretmek, dâimî bir ibâdet hâlinde olmak ve kalbe ihlâsı yerleştirmeye çalışmakla geçirmek îcâb eder. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır.» buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 11)”

Zamanın kıymetini takdîr edip onu kalbî bir teyakkuz içinde değerlendirmenin mecbûriyetini bildiren hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur:

“Beş şey gelmeden önce beş şeyi ganîmet bil: İhtiyarlığından önce gençliğini, hastalanmadan önce sıhhatini, fakirliğinden önce zenginliğini, meşgul zamanlarından önce boş vakitlerini ve ölümünden önce hayâtını!” (Hâkim, el-Müstedrek, IV, 341; Buhârî, Rikak, 3; Tirmizî, Zühd, 25)

“Kıyâmet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları yerinden kımıldamaz:

1. Ömründen; onu ne ile yok etti?

2. Gençliğinden; onu nerede çürüttü?

3. Malından; onu nereden kazandı ve nereye sarf etti?

4. İlminden; onunla ne yaptı?” (Tirmizî, Kıyâme, 1)

“İki nîmet vardır ki, insanların çoğu bu nîmetleri kullanmakta aldanmıştır: Sıhhat ve boş vakit.” (Buhârî, Rikak, 1)

Cenâb-ı Hak, lutfettiği maddî-mânevî bütün nîmetlerden âhirette biz kullarını hesâba çekeceğini birçok âyet-i kerîme ile beyân buyurmuştur. İslâm âlimleri, ilâhî hesâba mevzû olan en mühim nîmetlerin neler olduğu husûsunda farklı îzahlarda bulunmuşlardır: İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-, bunların, “emniyet, sıhhat ve boş vakit” olduğunu söylemiş, Muâviye bin Kurre -rahmetullâhi aleyh- de; “Kıyâmet günü en şiddetli hesap, boş vaktin hesâbıdır.” buyurmuştur. (Bursevî, X, 504)

İmâm Gazâlî Hazretleri’nin vakit isrâfına karşı şu îkazı çok ibretlidir:

“Oğul! Farzet ki bugün öldün. Hayâtında geçirdiğin gaflet anlarına ne kadar üzüleceksin. Âh, keşke diyeceksin. Lâkin heyhât!”

Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri de şöyle buyurur:

“Dünyânın bir günü, âhiretin bin yılından hayırlıdır. Zîrâ kazanç ve kayıp keyfiyetleri bu dünyâya âittir. Âhirette artık kazanmak veya kaybetmek yoktur.”

Boşa harcanan zaman, telâfîsi mümkün olmayan acı bir kayıptır. Zîrâ geçmişe âit bütün dosyalar kapanmıştır. Ancak isrâf edilen zamanların nedâmetiyle; duâ, tevbe ve istiğfâra yönelerek her an Hakk’a ilticâ hâlinde bulunmak sûretiyle o kayıpların, hiç olmazsa mânen telâfîsi için gayret göstermeliyiz.

Hayat ırmağı çok hızlı bir şekilde akıp gitmektedir. İlâhî irâde ile tahdîd edilmiş olan fânî ömrümüzün günleri, bir bardağı dolduran damlalar gibidir. Her geçen gün, sınırlı hayatımızın bitme noktasına doğru ilerlediğimizi, dünyâdan bir gün daha uzaklaşıp kabre bir gün daha yaklaştığımızı unutmamalıyız. Ecel vakti bize meçhûl olduğundan, her an Azrâil -aleyhisselâm-ile karşılaşabileceğimizi hatırımızdan çıkarmamalıyız ki son nefesimizde kendi dramımızı seyretmeyelim. Şâir Necib Fâzıl’ın veciz ifadesiyle:

O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner;

Azrâil’e “hoş geldin” diyebilmekte hüner!..

Dindarlık, sâdece Ramazan ayına ve muayyen günlere mahsus değildir; ömürlük bir takvâ hayatıdır. Bu bakımdan Ramazan’dan sonraki aylarda da zamanımızı değerlendirme husûsunda gafletten sakınmalıyız. Tıpkı Ramazân-ı Şerîf gibi ilâhî irâde ile sınırlandırılmış olan ömürlerimizi, kulluk heyecânı ve âdâbı ile geçirmeye gayret edelim ki; âhiretimiz, bayram günümüz olsun. İhlâslı niyet ve amellerle îfâ ve ihyâsına gayret ettiğimiz bu Ramazân’ımızı

-Rabbimizin lutfuyla- aynı rûhaniyet ve feyiz ile gelecek senenin Ramazân’ına bağlayabilme azmi içinde olmalıyız.

Diğer taraftan düşünecek olursak istikbâl; müjdeler kadar, tehlikelerle de doludur. Ömür takvimimizden kaç yaprağın kaldığı ve gelecek Ramazan’da hayatta olup olmayacağımız meçhûldür.

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede buyurduğu vechile, yakîn (ölüm) gelinceye kadar kulluk hâlinde bulunmamızı1 ve müslümanlar olarak can verebilmemizi2 ihsân eylesin. İsraftan uzak bir ömür sürerek, iç ve dış âlemimizde îtidâl ve muvâzeneyi ikâme edebilmemizi ve lutfettiği zaman nîmetini hayr u hasenâtla tezyîn edebilmemizi cümlemize nasîb eylesin!

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Bkz. el-Hicr, 99. 2) Bkz. Âl-i İmrân, 102.

PAYLAŞ:                

Osman Nûri Topbaş

1942 yılında İstanbul Erenköy’de doğdu. Babası Mûsâ TOPBAŞ, annesi de H. Fahri KİĞILI’nın kerîmesi Fatma Feride Hanım’dır. İlk eğitimini Erenköy Zihni Paşa İlkokulu’nda tamamladı. İlkokul yıllarında

ŞƏRHLƏR

İlk şərhi yazan siz olun!

Şərh yaz