Həcc Təəssüratları
Allah’ın kullarından istediği ibadetlerin kulluk şuurunu artırmanın yanında sayısız hikmetleri olduğu muhakkaktır. Hikmetlerin peşine düşüp ibadet yapmamak gerek elbet.
Kula yakışan emri yerine getirip hikmetleri ondan sonra gözlemektir. Mesela, namazı idman olsun diye değil, Allah istediği için kılarız. Ama namaz bedenimize de muhakkak fayda sağlar. Amacımız Allah’ın rızasıdır.
Her ibadetin insanın insan-ı kamil olma kıvamına katkısı vardır. Huşu ile eda edilen bir namaz insanı namazın dışında da içinde olduğu gibi muhafaza eder. Bütün uzuvlarla birlikte tutulan bir oruç, insanda merhamet, şefkat gibi hisleri inkişaf ettiren manevi bir eğitimdir. Zekât ve sadakalar, insanı belâ ve musibetlerden koruduğu gibi ahiret nimetlerine erişmesine de vesile olur. Bütün bu kalbi incelikler hac ibadetinde daha fazla öne çıkar. Zahiren bedeni ve şekli kısmı ağır bassa da hac, aslında kıyamet ve mahşer provası, ömrün muhasebesi için bulunmaz bir fırsat sunar insana.
Namazı her gün kılmak farzdır. Oruç yılda bir ay tutulur. Sadaka her zaman verilebilir ama zekât yılda bir kez malın belli bir kısmını vermekle yerine getirilir. Hac ise ömürde sadece bir defa yapmak üzere farz kılınmıştır. Bir defadan fazlası nafiledir. Ömürde bir defa yapılan bir ibadetin bütün ömre yayılacak hikmetleri olmalıdır. Bütün bir ömür sermaye edilebilecek kazanımları olmalıdır.
Haccın tarihi Hazreti İbrahim’e kadar uzanıyor. İbrahim aleyhisselam, oğlu İsmail aleyhisselam ile birlikte Allah’ın emri üzere Kâbe’yi bina ettiklerinde Allah’ın bunu onlardan kabul etmesi, orayı güvenli ve bereketli kılması ve zürriyetlerinden Allah’a teslim olacak bir ümmet vermesi için dua etmişlerdi (Bakara suresi, 125-128). Ardından Hak Teâla İbrahim aleyhisselam’a insanları hacca davet etmesini emretmişti. (Hac, 27-37) Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam insanları hacca davet etmiş ve haccın uygulanışını göstermişti. O zamandan bu yana bütün peygamberler bu ibadeti devam ettirmişlerdi. Ta ki ilerleyen zamanlarda kimi kabilelerin putperest uygulamaları karışıncaya kadar. Efendimiz aleyhisselam’ın Mekke’yi fethinden sonra hac ibadeti şirk içeren unsurlardan arındırılmış, inen vahiyle ve Efendimiz’in meşhur “Veda Haccı”ndaki uygulaması ile birlikte İbrahim aleyhisselam zamanındaki tertemiz haline döndürülmüştür.
Biz de bütün Müslümanlar gibi İbrahim aleyhisselam’ın çağrısına evet diyenlerden olmamız için Allah’a yalvarıp duruyorduk. Sıramız geldi ve emre uyarak hac yolculuğuna çıktık.
İlk defa giden bir kimse için ne ise onlarca kere giden kimse için de aynı cazibesini koruyan bir beldeye gidiyoruz. İlk gidende muhakkak ki farklı bir heyecan var, ama daha önce giden kimsenin de, eğer gönlüne aşk düşmüşse, sevgiliyi yeniden görmenin tatlı heyecanı gibi bir ateş sarıyor her yanını.
İhram haccın ilk tadılan farzı. Temettu haccına niyet ettiğimiz için önce umre niyetiyle ihrama giriyoruz. İhrama girdiğimiz anda yolculuğun manevi havasına büründüğümüzü hissediyoruz. Hiçbir şey kalmadı üzerimizde, yalnızca iki parça havlu. İki parça kumaşla dünyadan uzlet denemesi yapıyoruz. Son yolculuğumuzun provası başlıyor. İç hesaplaşma başlıyor. İhramı kuşandık kuşanmasına da acaba elbiselerimizle birlikte dünyevi arzularımızı, hırslarımızı, kirlerimizi, paraya pula olan muhabbetimizi, mala makama düşkünlüğümüzü de çıkarabildik mi üzerimizden? Gidiyoruz gitmesine de, gidilen yere ne götürüleceğini de hissettirecek mi ihram bize? Belimize taktığımız kemerler dünyaya geri asılıyor bizi. İki rekât namaz ve niyet, sonra “Lebbeyk! Allahümme lebbeyk! Lebbeyke lâ şerike lebbeyk! İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk. Lâ şerike leke!” “Buyur Allahım buyur! Emrindeyim buyur! Buyur Allahım! Senin hiçbir ortağın yoktur. Buyur Allahım! Şüphesiz hamd Sana mahsustur. Nimet de Senindir, mülk de Senin. Senin hiçbir ortağın yoktur.”
Bu sözler Kâbe-i Muazzama’yı görünceye kadar dilimizde olmalı.
Havaalanı, yolculuk, otele yerleşme ve en nihayet Harem-i Şerife doğru yola çıkıyoruz. Tanıdık yollar, tanıdık simalar, sanki bu şehirde yaşıyorduk da bir süreliğine ayrılmıştık, geri döndük, şimdi sokaklarından geçerken o yüzden bir yabancılık çekmiyoruz.
Kur’an-ı Kerim’de “Ümmü’l-Kura” yani “Şehirlerin anası” diye adlandırılan bu şehir Efendimiz Aleyhisselam’ın hicreti sırasında uzun uzun baktıktan sonra “Ey Mekke! Eğer beni senden çıkarmasalardı vallahi çıkmazdım!” dediği şehir. Kayaların arasında, sert coğrafi şartların bağrında bir yeri Allah’tan başka hangi güç insanlar için bu denli cazibeli kılabilir ki?
Peygamberimiz Efendimizin ayak izleri var bu şehirde. İşte şurada doğmuş, şurada dedesi Abdulmuttalib’in kimsenin ilişmeye cesaret edemediği kabarık minderinin üzerine çıkıp oturmuş, şurada amcası Ebu Talib’in devesinin yularını asılıp “Beni kime bırakıp gidiyorsun amcacığım!” demişti. Ya şurası Hatice validemizle evlendiği yer değil mi, şurası vahye muhatap olduğu yer, burası Vahyin kalbi… Şu sokaklarda dolaşmamış mıydı Efendiler Efendisi? Allah’ın dinine davet etmek için mesela Ebu Cehil’in evine kaç kez gidip gelmişti acaba? Ebu Cehil’in bu gelişlerden bıkıp “Ey Muhammed (s.a.v)! Eğer Rabbin varsa ve seni bu daveti yapıp yapmadığından hesaba çekeceğinden korkuyorsan, sana söz veriyorum ben senin görevini yaptığına şahitlik edeceğim!” dediği yer burası mıydı? Bu sokaklarda yollarına dikenler dökülmüş, üzerine pislikler atılmıştı. Bu sokaklarda ashabını koruma telaşı yaşamıştı. Bu sokaklardan tekbirlerle, telbiyelerle Kâbe’yi tavaf etmek üzere yürümüştü. İzlerine basmak hissi ürpertiyor insanı.
Kâbe-i Muazzama’nın minareleri göründü: “Lebbeyk! Allahümme lebbeyk!” Bütün heybetiyle Allah’ın Evi karşımızda duruyor. Yıllardır kıldığımız namazlarda binlerce kilometre uzaktan yöneldiğimiz mübarek bina ile aramızdaki engeller kalktı.
Efendimiz aleyhisselam “ihsan” duygusunu tarif ederken: “Allah’a O’nu görüyormuşçasına ibadet etmektir. Biz onu göremesek de O bizi görüyor.” buyuyor. Bu duygu derinliği ile Kâbe’ye bakabilsek… Kâbe’yi gördüğümüz anda Kâbe’nin Rabbi’ni görmüş gibi olabilsek…
Rivayet ederler ki; bir baba küçük oğlunu hacca götürmüş. Giderken Kâbe’nin mahiyetini soran oğluna da “Allah’ın Evi”ne gittiklerini söylemiş. Çocuk saf bir inanışla “Ev”de Allah’ın da bulunacağını düşünerek yolculuğu tamamlamış. Kâbe’yi ilk gördüklerinde çocuğun rengi değişmiş, gülleri andıran bir gülümsemeyle hafifçe “Allah” demiş ve yere yığılıvermiş. Babası o anda bir ses duymuş: “Kim neyi umduysa onu buldu!” Herkes nasibi neyse, arzusu neyse onu görüyor burada.
Kâbe hem namazın kıblesi olması sebebiyle, hem de haccın en önemli ibadetlerinin orada yapılması sebebiyle çok önemli bir mekân.
“Kıblemiz bir” diyorduk ama gerçek manada kıblenin nasıl birleştirici olduğunu etrafında tavaf eden, namaz kılan insanları görünce kavramak mümkün oluyor. Kabe birleştiriyor, renkleri, dilleri, insanları, kıtaları…
Burada ışığın etrafındaki kelebekler gibi dönüyor insanlar. Renkleri farklı, görünüşleri farklı, dilleri farklı insanlar aynı mukaddes amaç için buradalar ve omuz omuza dönüyorlar. Dönüyor, dönüyor, dönüyorlar… Zerreden kürreye her şey kendi cazibe merkezinin etrafında dönmüyor mu zaten? Hacerü’l-esved’i selamlayarak akışa katılıyorlar. Döndükçe yaklaşıyor, yaklaştıkça ağlıyor, ağladıkça arınıyorlar… Kâbe’nin siyah örtüsüne benzeyen simsiyah bir insanın gözlerinden dökülen inci tanesi gibi gözyaşları seyrine doyulmaz bir manzara çıkarıyor ortaya.
Bir salıyor, bir topluyor Kâbe insanı, Haceru’l-Esved’in hizasından Makam-ı İbrahim’i geçinceye kadar sımsıkı bir insan topluluğunun içinde tavaf ederken, rükn-i Irakî’den Haceru’l-esved’e kadar serbest bırakıyor. Bir kabz, bir bast hali yani. Dünya hayatı gibi, bir daralma, bir genişleme devam edip gidiyor.
Ali Çınar
07.01.2008
ŞƏRHLƏR