Yeryüzü Dar Gelince…
Tebük Gazvesi pek çok açıdan derslerle dolu bir seferdir. Bunların her birisi bir yazının hatta bir kitabın mevzusu olabilecek kadar da önemlidir.
Cömertliğin, isarın, imanın zirve örnekleri bu seferde görülebilir. Aynı zamanda nifakın, yalanın iğrenç yüzü de. Öyle ki bu yolculuğun başlangıcı kadar bitişi de çok önemli dersleri muhtevidir. Bu çetin seferin dönüşünde “Şimdi küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.” ferman-ı Nebîsi ile iç seferimizin, iç cihadımızın, nefsimizle kavgamızın yeri belirlenmiştir. Tebük Seferine çıkıldığı zaman:
Mevsim, taze hurma mevsimiydi. Hava çok sıcaktı, gölgenin her zamankinden daha çok arandığı, testide soğutulmuş bir bardak suyun altın değerinde olduğu bir zamandı yaşanan.
Böyle bir zamanda Efendimiz aleyhisselam tarafından sefer emri verildi. Düşman kavi, yol uzun, yolculuk çetindi. Hedefte o zamanın süper gücü Bizans vardı, 1000 km.yi aşkın bir yol gidilecekti ve pek çok kimsenin bu yolculuk için ne silahı, ne de binecek devesi vardı. Bir infak seferberliği başladı. Hz. Osman gibi cömertliği ile tanınan sahabiler orduyu donatmada yarıştılar. Herkes gönlüne göre, gücüne göre getirdi. Hz. Ebubekir gibi malının tamamını getiren de vardı, malı olmadığı için canını sunan da. Yine de sayısı nerdeyse 30 bini bulan orduyu tam anlamıyla donatmak mümkün olmadı. Binecek bir hayvan bulamadığı için ağlayarak geri dönen kardeşleriyle devesini münavebeli olarak paylaşan sahabiler görüldü, bir duygu derinliği içerisinde göz yaşartıcı sahneler yaşandı.
Ordu harekete geçti, geride mazeretleri olan Müslümanlar, münafıklar ve bir de mevsimin rehavetine kapılan birkaç sahabi kalmıştı.
Sefer savaş olmaksızın tamamlandı. Maksat hasıl olmuş, Bizans’a göz dağı verilmiş, çevredeki birçok kabile ile anlaşmalar yapılmıştı. Ordu Medine-i Münevvere’ye geri döndüğünde münafıklar bin bir yalanla mazeret beyan ettiler. Ashabdan mazeretsiz geri kalanlardan bir kısmı ordu dönmeden yanlışlarını anlamış, pişman olmuş ve kendilerini mescidin direklerine bağlayarak Allah Rasulü çözmedikçe bu şekilde bağlı kalacaklarına yemin etmişlerdi. Haklarında ayet ininceye kadar Efendimiz onları çözmedi.
Bunların dışında mazeretsiz olarak gitmeyen üç sahabi daha vardı: Ka’b bin Malik, Hilal bin Ümeyye ve Mürare bin Rebi’. Bu üç sahabi Efendimize gelerek doğru söylediler, hiçbir sebep olmadan geri kaldıklarını beyan ettiler ve büyük bir pişmanlıkla af dilediler. Peygamberimiz Efendimiz aleyhisselam onları affetmedi. Haklarında ayet ininceye kadar da onların selamını bile almadı. Efendimizin her davranışını nimet bilen ashab-ı kiram da öyle yaptılar.
Bir süre sonra, ihtiyarlığı sebebiyle hizmete muhtaç olan Hilal’in dışında diğerlerinin hanımları da kendilerinden uzak kalmakla emrolundu. Tamamen tecrid edilen, selamları bile alınmayan bu üç sahabi için sanki dünyada cehennem hayatı başlamıştı. En çok sevdikleri kimse, “anam babam sana feda olsun!” dedikleri zat onlardan yüz çevirmişti. Hiçbir şeyin kıymeti kalmamıştı. Yemeden içmeden kesildiler. Sadece ağladılar, ağladılar, ağladılar. Mescide geldiler her seferinde bağışlanma ümidi taşıyarak. Bir selam, bir tebessüm umarak… Gece ağladılar, gündüz ağladılar. Keşke anaları onları bu günden önce doğurmamış olsaydı ve bu hadise hiç yaşanmamış olsaydı, keşke dünyanın bütün varlığı onların olsaydı da verseler ve affedilselerdi.
Elli gün devam etti bu durum. Yandılar adeta. Yeryüzü olanca genişliği ile kendileri için dar gelmeye başlamıştı ki, müjde ulaştı. Doğru konuşmaları ve samimi bir şekilde tevbe etmelerinin mükafatı olarak şu ayet-i kerime ile affedildiler: “Ve Allah (haklarındaki hüküm) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabul etti). Yeryüzü olanca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları sıkıştıkça sıkışmıştı. Nihayet Allah’tan (O’nun azabından) yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hallerine dönmeleri için Allah, onların tevbelerini kabul etti. Çünkü Allah tevbeyi çok kabul edendir. Rahim’dir. (O halde) ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun!” Bu haberi müjdelemek üzere üç koldan atlılar yola koyuldu. Sel dağının üzerine çıkan sahabilerin “müjde!” sesleri duyuldu. Ka’b bin Malik ra. sesiyle kendisine müjdeyi ulaştıran sahabiye üzerindeki tek elbiseyi hediye edip ödünç bulduğu bir elbiseyle mescide koştuğunu anlatıyor. Efendimiz as. ona şöyle dedi: “Seni doğduğun günden beri geçirdiğin en hayırlı ve mesud bir günle müjdelerim.” Ka’b ra. de tevbelerinin kabulüne şükrane olarak bütün malını sadaka olarak vermek istedi. Allah Rasulü sav. malının ancak bir kısmını sadaka olarak vermesini tavsiye buyurdular.
Bu üç sahabi salih insanlardı. Peygamber Efendimiz ile birlikte Bedir Gazvesi dahil bütün gazvelere katılmış oldukları halde sadece muharebe de yapılmayan bir seferden geri kaldıkları için bu muameleye maruz kaldılar. Tevbe ettiler, tevbeleri kabul edilinceye kadar da günlerce ağladılar.
Başımızı iki elimizin arasına alıp derin derin düşünmenin vaktidir. Günah işlemek kula mahsustur. Affetmek de Rabb-i Rahimimize. Önemli olan bunu fark etmek ve dönülecek kapıyı bulabilmektir. Allah’ın kapısından başka çalacak kapımız mı var?
ŞƏRHLƏR