Bir Şəhidi Uğurlarkən

Bir Şəhidi Uğurlarkən

Bahçede pek çok insan olmasına rağmen derin bir sessizlik her tarafı kaplamıştı. Okunan kuran ayetleri kalplere sükunet vermiş, biraz önce sadece yere bakan gözler dua ile birlikte yavaş yavaş semaya doğru dönmüştü.

 Ellerini gökyüzüne değil sonsuz merhamet sahibi olan yüce Allaha kaldıran Zaqatalalılar hep bir ağızdan amin diyorlardı hoca efendinin duasına. Dua ise “Talayı” inletiyordu adeta: “Ya Rabb! mukaddes  vatanımızın, aziz milletimizin ve kahraman evlatlarımızın düşmanlarını kahr-u perişan eyle. Ya Rabb! Ordumuzu havada, karada ve denizde, düşman karşısında  daim muzaffer eyle. Zaqatala tek yürek ve tek ses olarak amin diyordu bu duaya.

Sonra yine bir sessizlik. Ak sakal molla; vakit  tamamdır, haydi. Dedi. Şehidi son yolculuğuna uğurlama zamanı gelmişti. Dört kişinin omzunda evinin kapısından tüm ihtişamıyla göründü şehit.

bir dağ çıkıyordu kapıdan başı dumanlı

                                                     bir dağ; asaleti Kafkaslar gibi ihtişamlı

Üç renkli bayrağa sarılı Beden cemaatin önüne konuldu. Aksakal son bir söz söylemek üzereydi ki şehidin  annesinin “evladımı nereye götürüyorsunuz” feryadı yankılandı birden. Orada hazır bulunanların kanını dondurmuştu bu figan. Ana yüreğiydi… Nasıl dayanırdı ki bu acıya, bu hasrete. Giden en değerli parçasıydı kalbinin… Şehidin babası ise “vatan sağolsun” dercesine sükunetini muhafaza etmekte, gözyaşlarını içine akıtmaktaydı.

Herkes dertliydi. Ya şehidin kendisi. Acaba Rabbinin merhametine hakkal yakin şahit olan o vatan evladı neler hissediyordu? Hissediyordu diyorum, çünkü ölümü öldüren yegane insanlardı şehitler. Bu hakikate Bakara suresinin 154. ayetinde işaret eden Yüce rabbimiz; “Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz, bilakis onlar hayattadırlar fakat siz hissedemezsiniz”. Buyurmaktadır. Şehitlik makamını, şehidin derecesini ve cennet bahçelerindeki mükemmel hayatını hissedemeyen aslında bizlerdik. Hissedemediğimiz, anlayamadığımız için belki de bu kadar dertli ve üzüntülüydük.

Oysa aynı hakikati, ailesinden ve dostlarından şehitler veren Hz Peygamberimiz de 15 asır önceden şu şekilde haber vermişti. "Cennete giren hiç  kimse dünyaya geri dönmek istemez, yeryüzünde olan her şey orada vardır. Ancak şehid böyle değil. O, mazhar olduğu ikramlar sebebiyle yeryüzüne dönüp on kere şehit olmayı temenni eder." Başka bir rivayette ise;  Cenâb-ı Hakk, şehidlere "Bir arzunuz var mı?" diye sorar, şehidler  hiçbir arzularının olmadığını, sadece yeryüzüne dönerek Allah yolunda tekrar  şehid olmayı temenni ettikleri” belirtilir.. Peygamber efendimizin şehitlere verdiği müjdeler bunlarla sınırlı değildi… Hz. Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın yanında şehitlerden bahsedilmişti. Şöyle buyurdular: "Yeryüzü şehidlerin kanından kurumadan önce, onu, hurilerden iki karısı, emzikli yavrularını çöl bir arazide kaybedip âniden bulan anne heyecanıyla, her birinin elinde -dünya ve içindekilerden daha değerli- birer takım elbise olduğu halde karşılarlar." İşte şehitlerin tarif edilmez hisleri böyleydi…

Vatan toprağı bir aşk ve bir muhabbet ise, ben aşık oldum diyebilmeyi en çok hak edenlerdir şehitler. Karşılığında kendilerine cennetler verilse de onlar bir kez daha şehit olmayı tercih edecek kadar aşık olmuşlardır. Her ne kadar şehadet şerbetini bir yudumda içebilen ve ölüme gülümseyen bu vatan aşıklarını bu gün bizler omuzlarımızda kabirlerine taşıyor olsak da, koskoca vatan toprağı onların omuzlarında kutsal yolculuğuna devam edecek.  Ve aziz milletimiz ise şehitlerini, birer şeref madalyası edasıyla göğsünde ilelebet gururla taşıyacak.

Zaqatala, şehidini işte  bu asil duygular içerisinde uğurladı…                           

PAYLAŞ:                

ŞƏRHLƏR

İlk şərhi yazan siz olun!

Şərh yaz