Hac Teessüratı IV
Arafat’tan ayrıldığımızda vakit gece yarısını gösteriyordu, yeni günün ilk saatlerindeydik. Müzdelife’ye gidebilmek için bindiğimiz otobüs bizi tam da hacca beraber geldiğimiz kardeşlerimizle buluşacağımız yere bıraktı. Ne çare yer bulmanın, onlarla bir arada kalabilmenin imkânı yoktu. Biz de yolun karşı tarafına geçip Mina’ya akan kalabalığı seyredebileceğimiz bir yere oturduk.
Yolun kenarında tel örgüyle ayrılmış ikinci bir yol bulunuyor. Oturduğumuz kısımda önümüzde arkamızda yerlere uzanmış uyuyan insanlar var. Sabahı bekliyorlar.
Bayram gecesi, gece yarısından sonra Müzdelife'de bulunmak haccın en önemli vazifeleri arasında. Arafat ile Mina’nın arasında kalan bu bölge, Safa ve Merve gibi Allah’ın kutsal kıldığı mekânlardan, İlâhî nişânelerden, Allah'ın af, rahmet ve ikrâmının tecellî ettiği yerlerden. Ayet-i kerimede “Arafat’tan akın edince Meş’ar-i Haram’da Allah’ı anın!” (Bakara suresi 198) buyrulmaktadır. Meş’ar şuur yeri ve zamanı demektir. Arafat’ta ârif olma yolunda çok önemli bir adım atan hacıların şuurlanma mekanı işte burasıdır. Kul olma hali burada şuura dönüşür, perçinleşir. “Allah’ı anın” buyruğuyla sabah namazına kadar burada kalıp tekbir, telbiye, tesbih, istiğfar ve dualara devam etmeye çalışacağız.
Öğle ve ikindi namazlarını öğle vaktinde Arafat’ta cem ederek kılmıştık. Sünnete uygun olarak Müzdelife’de de akşam ile yatsıyı, yatsının vaktinde peş peşe kılıyoruz. Ardından haccın vaciplerinden olan Müzdelife Vakfesi’ni yapıyoruz.
Arafat’taki vakfe gündüz idi, burada ise gecenin karanlığında vakfe yapıyoruz. Normal zamanlarda her gün seher vaktinde “Yari güzel olanın gece gözüne uyku girmezmiş” fehvasınca uyanıp Rabbine yönelenler için zaten tanıdık bir zaman gecenin bu vakti. Ama Müzdelife’de seheri idrak etmek, teheccüd namazını Meş’ar-i Haram’da kılmak bambaşka duygular yüklüyor hepimize. Ellerimizi kaldırıp Rabbimize yalvarıyoruz. İstiyoruz ki bizim dualarımız da sağımızda solumuzda yürekten yalvaran, gözü yaşlı salih insanların, daha önceden tanımadığımız kardeşlerimizin dualarıyla birlikte Rabbimizin katına arz edilsin. “Onların arasında bulunan şaki olmaz” müjdesiyle bayram yapmak istiyoruz.
Mina’da sembolik olarak şeytana ve avanesine atacağımız taşları da burada topluyoruz. Temiz olmasına dikkat ederek nohut büyüklüğünde 70 adet taşı torbamıza koyuyoruz. Mina’ya doğru yürüyüşe hazırız.
Binlerce insan yanımızdan düzenli topluluklar halinde Mina’ya akıp gidiyor. Aralarına karışıveriyoruz ve bütünün bir parçası haline geliyoruz.
Hayli uzun bir mesafeyi yürüyerek geçeceğiz. Ebrehe’nin “Kabe baskını”na gelmiş ordusunun sürü sürü kuşlar tarafından helâk edildiği vadiyi sağ yanımıza alarak yürüyoruz. Tekbirler, telbiyelerle gidiyoruz. Mahşeri bir kalabalığın içindeyiz. Birden zaman ve mekan değişiyor sanki, sahne değişiyor, hepimiz Mahşer meydanına hesap vermeye yürüyoruz, öyle görünüyor gözümüze. Sırtımızdaki yüklerin ağırlığı arttıkça artıyor, en fazla ihtiyaç duyacağımız şeyleri almıştık oysa diyoruz kendi kendimize. Birden dünya hayatında ihtiyaç duyduğumuz şeylerin ne kadar gereksiz olduğunu anlayıveriyoruz. İki parça ihramın beş metrelik kefeni sembolize ettiği bu yerde sırtımızdakiler neyi sembolize ediyor? Evlerimiz, eşyalarımız, arabalarımız, mevki ve makamlarımız, oğlumuz kızımız, hepsini sırtımızda taşıyoruz, hesap verinceye kadar.
Sırtımızda taşıdığımız şeyler bizim imtihanımızı kolaylaştırıyor mu, yoksa zorlaştırıyor mu? Allah sevgisi uğruna nelerimizden vazgeçebiliriz acaba? Ya da şöyle mi sormalı, gönlümüzdeki sevgiler Allah’a giden yolda bize engel mi oluyor yoksa yolumuzu mu açıyor? Çok zor sorular ve çok zor bir imtihan gerçekten. Allah yardımcımız olsun.
Kendimizi bu sorularla muhasebe ederek Mina’daki “Akabe Cemeresi” yani “Büyük Şeytan”a doğru yürüyoruz. Açıkça kendini belli eden bir heyecana ve hırsa kapılıyoruz. Kolay mı, Adem oğlunun baş düşmanı ile karşılaşacağız. Taşlayacağımız şey sadece dikili taşlar mı? Herkes kendine dönüyor yine. Aslında kendi şeytani taraflarımızı taşlayacağız. Şeytan yok orada bizim şeytana verdiğimiz fırsatlar var.
Ellerde taşlar Akabe cemresinin önündeyiz. “Bismillah Allahu Ekber, rağmen li’ş-şeytani ve hizbihi” “Allah’ın adıyla, şeytan ve taraftarlarına rağmen Allah en büyüktür” diyerek başlıyoruz atmaya. Attığımız taşların duvarda çıkardığı sesler sanki bir savaşta düşmana makineli tüfekle saldırıyı andırıyor. Her zaman “Euzü billahi mine’ş-şeytani’r-racim” diyor ve bu “racim” yani “taşlanan” şeytandan Allah’a sığındığımızı söyleyip duruyorduk. İşte şimdi biz de fiilen onu taşlıyoruz, recmediyoruz.
Burada attığımız taşlar gibi bundan sonraki hayatımızda da şeytanı taşlayabileceğimiz teçhizatla donanmalıyız: İstiaze ile, besmele ile tevbe-istiğfar ile, muhabbetullah ile, muhabbet-i rasul ile, namaz ile, Kur’an ile… Çünkü şeytanla mücadelemiz son nefesimizi verinceye kadar sürecek.
Hemen oracıkta tıraş olup ihramdan çıkan hacılarla karşılaşıyoruz. Biz kurban kesildikten sonra ihramdan çıkacağız.
Mina Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail’in şahsında gerçekleşen kurban ibadetinin de yeri. Burada Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmekle, Hz. İsmail ise babasının rüyası gereği canını vermekle imtihan olunmuşlardı. Allah’a olan bağlılıkları, aşkları sınanan bu iki peygamber de emri yerine getirmede hiç tereddüt etmemişler ve kendilerini vazgeçirmeye, kandırmaya çalışan şeytanı burada taşlamışlar ve bu ağır imtihanı kazanmışlardı. İnsan için en değerli iki şey imtihan konusuydu: Can ve evlad. Allah Teala imtihanı kazanmanın maddi bedeli olarak kurbanlık bir koç göndermiş ve Hz. İbrahim’in elindeki bıçak oğlu İsmail yerine bu kurbanı kesmişti. Biz de aynı hissiyatla bu sünneti yerine getirmek istiyoruz.
Maalesef kalabalıktan dolayı kurban mahalline gidemiyoruz ve vekâletle kurbanlarımızı kestiriyoruz.
Yönümüzü Mekke’ye çeviriyoruz. Sıra haccın en son farzına geldi: Ziyaret tavafi
ŞƏRHLƏR